GİRİŞ BÖLÜM 1

YÜREĞİNE SÜRGÜN

GİRİŞ

Yağmurlu bir gecede çamurdan görünmeyen yolda ilerleyen bir kadın ve erkek yaklaştıkları taş binaya bakarken kadının kucağındaki sepetten yükselen bebek ağlaması yürek parçalayıcıydı. Kadın, yağmura karışan gözyaşlarıyla bebeği sakinleştirmeye çalışıyordu.

“Tamam, tatlım!” derken hıçkırıkları artmıştı. Adama dönen bakışlarındaki yalvarış karanlığa rağmen görülüyordu. “Lütfen!” derken yeni bir hıçkırık dalgasına yakalandı. “Ondan ayrılmak istemiyorum!” Sesi öyle içten bir acıyla parçalara ayrılmıştı ki sanki göğsünü yarıp yüreğini çıkarmışlardı.

Uzun boylu adamın karanlıkta kalan yüzü de aynı acıyla kasılmıştı. “Peşimizden gelenlerle uğraşırken göremeyen bir bebek bize ayak bağı olur. Onu koruyabilmemizin tek yolu bu anlamıyor musun? Burada huzur içinde büyüyecek.”

“Ama o bizim kızımız, büyürken bize ihtiyacı olacak!” Yavrusundan ayrılan kadının sesi yüzüne çarpan yağmur damlaları kadar sertti.

“Diana onu koruyacak!” dedi adam sertleştirmeye çalıştığı bir sesle. “Bizimle olduğunda tehlikeli bir hayatı olacak. Kurtulabilirsek geri dönüp onu alabiliriz.”

“Alırız değil mi?” kadının sesinde şimdi umut vardı.

Adam ona böyle umut vermenin yanlış olduğunu bile bile başını salladı. Konuşmaya çabalamadı çünkü sesine güvenmiyordu.

“Belki Diana’yla konuşmalıyız, Cassandra’yı bizzat teslim etmeliyiz.”

“Onu riske atamayız. En iyisi bu!”

Kocası haklıydı ama kadının da üzülmemek, endişe etmemek elinde değildi. Bebeğini belki de bir daha hiç görmemek üzere bırakıp gidecekti. Adamın söylediği umut dolu cümleye rağmen geri dönemeyeceklerini biliyordu. Geçmiş asla peşlerini bırakmayacaktı. Hatalarının bedelini sadece kendileri değil minik kızları da ödeyecekti. Karı koca kaçak hayatı yaşarken kızları anne ve babadan yoksun olarak büyüyecekti. 

Üzüntüsünü ve düşüncelerini kendine saklayan kadın, göğsüne sokulmuş bir zarfı ve minik bir kutuyu bebeğin sepetinin içine yerleştirdi. Önünde durdukları kapının hemen yanında bir ip asılıydı. Bu ip, manastır sakinlerini gelen konuklardan haberdar eden bir çana aitti.

Adam hazır olup olmadığını sorar gibi kadına baktı. Genç kadın, bebeği isteksizce kapının önüne koydu. Adam elindeki şemsiyeyi bebeğin üzerine açarak yağmurdan korunmasını sağladıktan sonra ipi birkaç kez çekti.

Uzaklardan gelen çan sesi uykuda olan her varlığı uyandıracak kadar yüksekti. Adam birilerinin gelmesini sağlamak amacıyla avucunda duran ipe yeniden yeniden asıldı. Sonra ağlayan karısının elinden tutarak hızlı adımlarla uzaklaştılar. Ulaştıkları ilk ağacın arkasına saklanarak manastırın hareketlenmesini ve birilerinin gelmesini beklediler. 

Bir süre sonra kapı açıldı. Şemsiye tutan bir gölge, sesiyle geceyi yırtan bebeğin sepetini alırken karanlıkta gizlenen birilerini görmek amacıyla bir süre çevreyi inceledi. Sonra kapı kapandı ve bebek ağlaması gittikçe uzaklaştı.

“Hadi gidelim!” dedi adam.

Kadın sessizce başını salladı. Hiç var olamamışlar gibi, yüreklerinin bir parçasını o kapının önüne bırakmamışlar gibi karanlığın içinde kayboldular.

BÖLÜM 1

Dünya, ufalıp yok olacak kadar küçük görünürken okyanus, sonsuzluğa ve bilinmezliğe kafa tutacak kadar güçlü ve büyüktü. Tekinsizliği, insanların onunla mücadele edemeyişinden kaynaklanıyordu. Ruhlarını tuzlu suyun yakıcılığından korumak isteyenlerin uzak durduğu derin bir mavilikti.

Ardında veya sonunda; dağlar, nehirler ve insanlar vardı. Orada yaşayanlar, bu toprak parçası üzerinde ömrünü sürdürenlerden bihaberdiler.  Sonunda insanoğlu, bu uçsuz bucaksız maviliği aşmaya cesaret ettiği gün yalnız olmadığını öğrendi. Cesur savaşçıların ve gemicilerin korkusuzluğu olmasaydı ne yeni bir dünya ne de farklı kültürleri olan insanların varlığından haberleri olurdu.

Dünyada olup bitenlere kayıtsız görünen manastır ise yüksek bir tepenin başındaydı. Sakinlerinin kendilerini Tanrı’nın ellerine bıraktıkları ve koruyacağına inandıkları bu manastırı dayanıksız yüksek bir taş duvar koruyordu.

Aşağıda sahilin sessizliğini deniz kuşlarının ve küçük bir kızın sesi bozarken manastırın diğer tarafında iyiliksever birinin hibe ettiği meyve bahçeleri uzanıyordu. Bu bahçenin sonunda bir çayırlık ve onun ötesinde de bir asile ait ormanlık alan vardı.

Tepedeki bu yapı, huzuru arayanların uğrak yeriydi. Ya da geçmişten kaçanların… Yalnızlık, suçluluk, pişmanlık, vicdan azabı ve acı, daha merhametli bir varlığın kollarına sığınmak için bahaneydi. Yaratıcı, hangi dinde olursa olsun zayıf ve aciz ruhlara bu merhameti gösteriyor, telafisi olmayan durumlarda, insanların saklanabileceği ve huzur bulabileceği bir korunak sağlıyordu.

Bazen de küçük ve masum bir bebeğin bu duvarların ardında büyümesini sağlıyordu. Belki de geleceğini inşa edebileceği zamana kadar onu gözetiyordu.

Bir kum tepeciğinin üzerinde oturmakta olan Rahibe Diana, sahilde oynamakta olan yeğenini izliyordu. Küçük kız, önüne yığdığı ıslak kumlardan bir kale yapmaya çalışıyordu. Uzun kahverengi saçları da arada parmaklarını soktuğu bu kum yığınına karışıyordu. Neşeli ve iyimser kız, bu müdahaleye yaramazca kıkırdayarak cevap veriyor, sonra da kumlu elleriyle bu haylaz bukleleri geriye doğru itiyordu.

“Saçlarım bataklıktaki çamurla aynı renk!” diye sızlanmıştı bir gün. Henüz ne kadar güzel olduğunu görmeyecek kadar küçük olduğunu söylemişti Diana.

Küçüktü ama her canlı gibi büyümek zorundaydı ve büyüyordu da… Dışarıda akıp giden hayattan bir gün haberi olacaktı. O zaman Diana’yı onu dört duvarın içine hapsettiği için suçlayacak mıydı? Hiçbir günahı olmayan saf ve masum bir kızı kendisiyle birlikte kefaret çekmek üzere manastıra kapattığı için ondan nefret eder miydi? 

Halasının iç hesaplaşmalarından habersiz olan Cassandra, küçük pembe dilini yaptığı işi ne kadar önemsediğini belli eden bir ifadeyle dişlerinin arasına sıkıştırmıştı. Küçük yüzünün neredeyse yarısını kaplayan büyük gözlükler de kum içindeydi. 

Doğduğunda neredeyse hiçbir şeyi göremeyen Cassandra’nın bu hastalığını bebeğin ona bırakıldığı ilk hafta fark etmişti Diana. Bebek çevresindeki kişileri takip edemiyordu. Anne ve babasını kaybetmiş bu yavrucağın bir de körlükle cezalandırılması çok acımasızcaydı.

Diana ile birlikte manastırda yaşamaya mahkûm olması da ayrıca zalimlikti. Zamanla, Cassandra büyüdükçe, aslında onun düşündüğü kadar ileri derece bir körlüğü olmadığını anlamıştı. Sonraki yıllarda ise daha da iyi görmeye başlamıştı. Bu durum kadını şaşırtmış ve yıllar sonra Londra’ya gitmek ve güvendiği bir doktorla görüşmek zorunda kalmıştı.

  Doktor Gillard, kızı muayene etmiş, görme bozukluğunu incelemek için uzun bir süre istemişti. Her yıl rutin kontrollerin sonunda ise Cassandra’nın göz sinirlerinin zayıf olduğunu ve büyüdükçe güçleneceğini, sinirlerini gelişimini tamamlayacağını söylemişti. Bunun en güzel ispatı da her geçen yılla çevresini daha iyi seçmesiydi. 

Doktor Gillard’ın dediği gibi Cassandra yıllar geçtikçe daha iyi görüyordu. Anne karnında gelişimini tamamlayamamış göz sinirleri genç kızlık yıllarında belki de tamamen ortadan kalkacaktı. En azından bu tatlı çocuğun tamamen iyileşebilmesi için Diana geceler boyu dua ediyordu.

Küçük kız yavaş yavaş büyürken Diana’nın kaygıları da artıyordu. Onu burada, dünyadan soyutlanmış bu uhrevi yerde tutması haksızlıktı. Cassandra çok zekiydi, hayat doluydu, daha iyi bir geleceği hak ediyordu. Gözleri korkusuz, gülüşü bulaşıcıydı. Bu cıvıldayan ruhu bir manastıra kapatmak adaletsizlik olacaktı ancak Diana ne yapacağını da bilmiyordu.

Onun bir gün kendisini arkada bırakacağını bilmek kadını duygusallaştırsa da Cassy gitmek zorundaydı. Ona layık bir hayat yaşamalı, değerini bilecek bir adamla güzel bir evlilik yapmalıydı. Bunun için, zamanı geldiğinde çaba harcayacaktı Rahibe Diana.

Kumla oynamaktan sıkılan küçük kız, özenle inşa etmeye çalıştığı kaleyi bırakarak kuşları kovalamaya başladı. Ayağı takılıp ıslak kumlara düşerken ince sesiyle kahkaha atıyor, sonra düştüğü yerden kalkarak tekrar koşuyordu. Yorulduğunda yeniden yarım bıraktığı kumdan kalesine döndü. Arada bir gözlüklerini kumlu parmağıyla itiyor ve işine devam ediyordu. Gözlük, güzel yeşil gözlerini saklıyor, şaşıymış gibi bir görüntü veriyordu. Rüzgârın oyun oynadığı buklelerini geriye iterken yüzüne bulaşan kumlara gamzelerini çıkararak gülüyordu. 

Elinin tersiyle savaş verdiği saçlarını kum içinde bırakırken kaygılı bakışları halasının dalgın yüzüne kaydı. Çok nadir olarak neşesiz görünen Diana’nın mavi gözleri Cassandra’ya bakarken her zaman sevecenlikle dolardı. Küçük kız onun hiç böyle boş boş baktığını görmemişti.

“Ne oldu halacığım?” 

Küçük kızın sesiyle kendine gelen Diana’nın dudaklarında şefkat dolu bir gülümseme belirdi. Cassandra’yı o kadar çok seviyordu ki kendi çocuğu olsaydı en fazla bu kadar sevebilirdi. Bir çocuk… Uzun, çok uzun yıllar önce belki de çağlar öncesinde kalan bir hayaldi Diana için. Genç bir kızken manastıra kapanmaya karar verdiğinde bir bebeğin hayalini de diğer istekleriyle birlikte öldürüp gömmüştü.

Gözlerinden geçen hüznü Cassandra gibi duygusal bir çocuğun görmesine izin veremezdi. Sesine neşeli bir ton vermeye çalışarak, “Bir gün küçüğüm senin ne kadar mükemmel bir yüreğe sahip olduğunu anlayacak ve o yüreğe sahip olacak, değerini bilecek kişinin ne kadar şanslı olacağını düşünüyorum.” dedi.

Küçük kız küçük dudaklarını büzdü. “Beni senden ayıracak olan kim olursa olsun onun yatağına diken koyarım.” Söylediğini yapacak kadar azimli görünüyordu. 

Hafif ve hoş bir tınıyla kahkaha atan Diana “Ah küçüğüm, bir gün gelecek, istemesek de ayrılacağız. O gün gelmeden önce senin büyüdüğünü görmek istiyorum. Seni kendi isteğimle asla terk etmeyeceğimi ve yalnız bırakmayacağımı bilmelisin.”

Küçük kız koşarak geldi ve ona sıkıca sarıldı. Diana onun kumlarla dolu ellerine ve yüzüne aldırmadan kucakladı.

“Halacığım seni asla bırakmayacağım. Bir yere gidersen beni de götürmen için avaz avaz ağlayacağım. Bunu yapabileceğimi biliyorsun. Manastırda herkes ben ağlarım diye korkuyor.”

Diana, onun kumlu saçlarını karıştırdı. “Seni yaramaz, bilerek yaptığını anlamıştım.”

Sonra yüzüne sinmiş hüzünle onun küçük yüzünü elleri arasına alarak gözlerine baktı. “Cassandra insan, istemese de bazen gitmek zorunda kalır. Sevdiklerine rağmen, onların çok özleyeceklerini bilmelerine rağmen gitmelidir.”

Cassandra gözleri dolu dolu sordu. “Cennete mi? Başrahibe, annemle babamın gittiği yerin çok güzel olduğunu söylüyor ama ben denizi, seni ve manastırı özlerim, bu yüzden gitmeyeceğim.”

“Biliyorum meleğim, bu nedenle sonuna kadar birlikte kalmak için elimden geleni yapacağım.” Kızın alnına bir öpücük kondurdu. Dudağına yapışan kumları gülerek silerken “Artık gitsek iyi olur. Hava kararmaya başladı ve başrahibe bizi yemekte görmezse merak eder biliyorsun.” dedi muzip bir sesle. Bu, akşam duasını kaçırdıklarında yarım saat fazladan dua edecekleri anlamına geliyordu ki Cassy’nin bu yarım saatlerden ne kadar nefret ettiğini biliyordu.

Cassandra, halasından biraz uzaklaştı, kollarını göğsünde kavuşturarak ve “Her zaman dışarı çıkmıyoruz ki çıkınca da hemen geri dönüyoruz. Biraz daha kalamaz mıyız lütfen?” diyerek kaprisli bir sesle halasına itiraz etti.

Oturduğu yerden kalkan Diana üzerine yapışan kumları silkeledi. “Biliyorum bir tanem ama manastırdan uzun süre ayrılmamız bizi sevenleri endişelendirir. Hadi daha fazla inat etme, geri dönüyoruz.”

Küçük kız istemeyerek de olsa elini halasının elinin içine koydu ve birlikte kumlarla dolu küçük tepeyi aşarak denizden uzaklaştılar. Cassandra bir gün büyüdüğünde deniz kenarında olan bir evde oturacağına dair kendi kendine söz verdi.

                           &&&&

“Lütfen açın!” diye bağırdı on dört yaşlarındaki delikanlı. Önünde duran, ağır bir işçiliğe sahip kapının parlak yüzeyini yumruklarıyla döverken öfkeli gri gözlerinden taşan gözyaşlarını diğer elinin tersiyle sildi.

“Büyükbaba! Lütfen yardım etmek zorundasın! Annem ölüyor!” Son cümleyle gözyaşları arttı. Zavallı annesi ölüyordu ama ona kimse yardım etmiyordu. Gururunu ayaklar altına alması gerekiyorsa yapacaktı. Kapıyı daha hızlı dövmeye başladı. İçeriden bir cevap alıncaya kadar pes etmeyecekti.

“Bu kapıyı açıncaya kadar gitmeyeceğim!” diye haykırdı.

Kapının diğer tarafında asık ve katı bir yüzle duran DovenShire Dükü Marvin Cavandish uşağa kapıyı açması için işaret etti. Uşak sanki saldırıya uğrayacakmış gibi kapıyı yavaşça araladı. Kapının önünde duran çocuk bu harekete yüzünde sevinçli ve şaşkın bir ifadeyle tepki verdi.

Marvin aralanan kapıyı bedeniyle tutarak çocuğa baktı. Gözlerinde en ufak bir merhamet yoktu. “Ne istiyorsun?” dedi aynı katı sesle.

“Annem ölüyor büyükbaba! Bize yardım etmelisin!”

“Sen kimsin?”

“Benim Jared! Torunun…”

“Benim torunum yok!” diyen Marvin’in aksi sesi çocuğu boğmak istermiş gibi çıkmıştı.

Çocuk onun bu tavrını anlamaya çalışarak gözlerini kocaman açmıştı. Bu gözlere bakan aslında onun karşısında duran Dük’ün torunu olduğunu anlayabilirdi. Çocuk tıpkı yaşlı adama benziyordu. Bu nedenle bu reddedişi de kavrayamamış görünüyordu. “Ben… Ben… Senin oğlun Austin’in çocuğuyum. Annemse…”

“Benim Austin adında bir oğlum yok!” diyerek kaba bir tavırla çocuğun sözünü kesti. “Annense umurumda değil!”

“Evet var! Babam Austin! Sen de benim büyükbabamsın! Annem ölüyor! Lütfen ona yardım et! Ne istersen yaparım, lütfen!” 

“Senin minnetine ihtiyacım yok! Dediğim gibi Austin artık benim oğlum değil. Yoksa baban bundan bahsetmedi mi? Onu evlatlıktan reddettim! Dolayısıyla sen de benim torunum olamazsın. Bir daha kapıya gelerek beni rahatsız etme!” Adam sözlerini bitirdikten sonra geri çekildi ve kapıyı çocuğun üzgün ve şaşkın yüzüne kapattı.

Jared, artan gözyaşlarını silme gibi bir gayrete girmedi. Dudaklarından “Ben senin torununum, ben Austin’in oğluyum, lütfen, annem ölüyor!” fısıltısı döküldü.

Kapının yeniden açılmasını, yaşlı dükün pişman yüzünü ve tamam yardım edeceğim sözlerini bekleyerek bir süre daha orada kaldı. Kıpırtısız kapı yüzeyi çocuğa boş yere beklediğini fısıldasa da umudunu canlı tutmaya çalışıyordu. Sonunda kapının açılmayacağını kabullendiğinde omuzları üzüntüyle düştü. Arkasını dönüp giderken her adımında yaşlı adama olan öfkesi ve nefreti artıyordu. Bir gün bu yaptığına onu pişman edecekti.

Kapının diğer tarafında duran Dük ise çocuğun orada ne kadar beklediğini biliyordu. Gözlerinde yaşlarla Jared’in adım seslerini duymayı bekliyordu. Oğlu ve dukalığın tek varisi olan Austin bir opera sanatçısına âşık olduğunda ve evleneceğini söylediğinde öfkeyle köpürmüş ve onu reddedeceğini söylemişti. Bu tehdidin onu vazgeçireceğini sanmıştı. Ne kadar da yanılmıştı. Austin bu sözlere cevap olarak, küstah bir ifadeyle gülümseyerek sen bilirsin demiş, sonra da çıkıp gitmişti. Öylece arkasına bakmadan… 

Aylarca ve yıllarca hata ettim diyerek dönmesini beklediği oğlu, en az Marvin kadar gururluydu ve geri dönmemişti. Tek çocuğunun ve umudunun geri gelmeyişi Marvin’i öfkelendirmiş ve her şey için oğlunu elinden alan Lisa’yı suçlamıştı. Austin’in başını döndürmüş, toplum içindeki konumunu ve geleceğini elinin tersiyle itmesine neden olmuştu. Bu nedenle kadına karşı duyduğu nefret her geçen yılla biraz daha artmıştı. 

Bundan dört yıl önce Austin’in öldüğünü duyduğunda ise kaybettiği oğlu yerine neden kadının ölmediğine isyan ederek haykırmıştı. Austin, elinin tersiyle ittiği zenginlik yerine sefalet içinde ölmüştü. Bütün olanların tek suçlusu Lisa’ydı. Ondan olan bir çocuk da torunu da olsa cezalandırılmalıydı. Nitekim Marvin de kapısına defalarca gelen Jared’i görmezden gelmiş ve reddetmişti. Yüce Tanrım, Jared Austin’e o kadar çok benziyordu ki kapıda duran çocuğu gördüğünde bir an oğlunun geri geldiğini düşünmüştü. Onu kabul etmek demek o kadını da kabul etmek demekti. Oğlunun katili olarak gördüğü Lisa’yı bu eve alamazdı, onun için parmağını bile oynatmayacaktı.

“Ya Jared, onun için yapabilirsin!” diyen iç sesini bastırdı.

  Sonunda uzaklaşan ayak seslerini duyduğunda birbirine bastırdığı dudaklarını gevşetti ve arkasını dönerek her noktasından zenginlik taşan, ünlü tabloların duvarlarını süslediği koridordan kütüphaneye doğru yürüdü.

Jared, kaldıkları döküntü pansiyona geri döndüğünde annesi uyuyordu. Bir süre kadının narin yüz çizgilerini ve bu yüze yerleşmiş acıyı izledi. Babasının ölümünden sonra onun nasıl çabaladığını görmüştü. Oğluna bakabilmek için bıraktığı mesleğine geri dönmüştü. Ahlaksız tekliflere ve onu sömürmek isteyen insanlara göğüs germek zorunda kalmıştı. Oğlu tiyatro binasının tozlu arka odalarında, tahta bankların üzerinde uyurken o para kazanabilmek için insanları eğlendirmeye gitmişti.

Sonuç olarak onun gibi zayıf bünyeli bir kadının bu kadar çabaya dayanamayacağı belliydi. Yakalandığı hastalık her geçen gün ondan bir şeyler alıyordu. Zayıflayan ciğerleriyle birlikte yaşam enerjisi de çekilip alınmıştı. Babasının eski arkadaşı olan Doktor Kenneth kadına iyi bakılması, beslenmesi ve temiz havası olan bir yere götürülmesi gerektiğini söylemişti. 

Annesine bakamayacak kadar, onu iyileştiremeyecek kadar beceriksizdi. Zavallıydı. Onu koruyamamıştı. Bakışı odanın bir köşesindeki nişe yerleştirilmiş ahşap sandığa gitti. Kararlı adımlarla ulaştığı sandığı açarak içini karıştırdı. Geçmişten kalan değerli herhangi bir şey bulabilirse satabilir ve annesini Londra’dan uzakta havası temiz bir köye götürebilirdi.

Ama yoktu, varsa bile bu zamana kadar çoktan satılmış ya da rehinciye bırakılmıştı. Sandığın dibindeki sararmış zarfı gördüğünde kapağı kapatmak üzereydi.

Eline aldığı zarfı açıp okumaya başladı. Okudukça çatılmış kaşları düzeldi. Belki de bu durumdan kurtulabileceği bir yol vardı.

Carnarvon Kontu Benedict Chester’e onu görmek isteyen bir delikanlının geldiği haber verildiğinde gut olan bacaklarına bir battaniye örtmüş ağrılarını unutmak için yudumladığı içkisiyle yanan ateşi izliyordu. Sefahatin hımbıllaştırdığı bedeni hastalıklara açıktı. Umursamazca “Kimmiş?” diye sordu.

Uşağın geçmesi için yol verdiği delikanlı “Jared Cavandish, DovenShire Dükü’nün eski ve tanınmayan varisinin oğlu…” diyerek loş odaya girdi.

“Austin’in oğlu musun?”

“Evet…” diyen Jared elindeki mektubu adama uzattı. “Babama yıllar önce gönderdiğiniz mektup.”

Yaşlı adam aldığı mektuba şöyle bir göz attı. Seçebildiği kadarıyla doğruydu, bu mektubu DovenShire Dükü Marvin Cavandish’e olan nefreti nedeniyle yazmıştı. Evlatlıktan reddettiği Austin’e varisi olmasını teklif etmişti. Babası tarafından reddedilen Austin’in kabul edeceğini ummuştu ama genç adam onu da reddetmişti.

“Neden bu mektubu getirdiğini sorabilir miyim?” Adam konuşurken mektubu dizlerinin üzerine koymuştu.

“Teklifiniz hala geçerliyse babamın reddettiği bu unvana ben talibim. DovenShire Dükü’ne olan nefretinizi öğrendim. Ben de aynı oranda ondan nefret ediyorum. Ayrıca kan bağı olan birini varis olarak istemez misiniz? Bildiğim kadarıyla unvanınızı bırakacak aynı kana sahip bir tek ben varım.”

“Bu unvanı mal, mülk ve para için istiyorsan hayal kırıklığına uğrayacaksın. Unvan dışında sana bırakacağım sadece bu ev ve birazcık toprak parçası… Ailemin erkekleri elinde olanı sonuna kadar kumarda ya da eğlence âleminde harcamayı sever.”

Jared’in bakışı eve girdiğinde olduğu gibi her köşeyi taradı. “Umurumda değil, gerekirse ben daha fazlasını kazanabilirim. Sadece annemi o pansiyon köşesinden kurtarıp temiz havası olan bir yere yerleştirmek istiyorum. Kendisi hasta, iyi bakılması gerekiyor.” Bir çocuğa göre katı bir olgunluk taşıyan gri bakışlarını adama çevirdi. “Annemin bakımını üstlenirseniz ne isterseniz yaparım, size sonsuza kadar minnettar kalırım.”

“Sonsuzluk çok uzun bir süre ve benim o kadar zamanım yok. Senden istediğim tek şey, Marvin Cavandish’e hayatı zindan etmen, bu dünyada geçireceği her günü, aldığı her nefesi zehir etmen. Yapabilir misin?”

Jared’in dudağında kendinden emin bir gülümseme belirdi. “Bundan daha fazla istediğim bir şey yok, her anından büyük keyif alacağıma emin olabilirsiniz.”

Carnarvon Kontu Benedict Chester yaşlı ve solgun elini delikanlıya uzattı. “Anlaştık!”

                            &&&&&&&

Dış kapıdan giren ikiliyi gören Rahibe Eli, dudağında gülümseyen bir ifadeyle onları selamladı. “Ben de sizi merak etmeye başlamıştım.”

Cassy’ye ben sana ne demiştim bakışı atan Diana, Cassandra’yı göstererek elini salladı. “Küçük hanım haftalık gezisini uzatmak istedi. Biraz geç kaldık.”

Rahibe Eli, küçük kızın kumlu saçlarında elini gezdirerek “Her fırsatta manastırdan kaçmaya çalışıyor bu yaramaz. Şimdi de bir banyoya ihtiyacı varmış gibi görünüyor.” dedi.

Küçük kız hoşnutsuzlukla yüzünü buruştururken Diana yaramazca gülümseyerek Cassandra’nın avucunda duran elini sıkıştırdı. “Rahibe bunu burada söylemeniz hiç iyi olmadı. Şimdi onu elimden kaçırmamak için sıkıca tutmam gerekecek.”

Rahibe Eli, dudaklarını büzerek gülmemeye çalıştı. “Ah çok özür dilerim Rahibe Diana, bir an unutmuşum.”

Diana, Cassandra’yı peşinden sürükleyerek odalarına doğru yürümeye başladı. “Kaçması mümkün değil yemekten önce banyomuzu yapacağız.”

Aslında bu bir oyundu. Ne zaman banyo lafı geçse Cassandra kaçıp bir yerlere saklanır ya da Diana ve tüm rahibeleri peşinden koşturarak eğlenirdi. Onun banyo zamanı manastır kahkaha ve çığlıklarla inlerdi. Küçük kız onların neşe kaynağıydı.

Diana, onun elini bırakmadan odaya sokarken kaçma çabalarını önünü keserek engelledi. İkisi de dudaklarında kurnaz bir gülümsemeyle diğerini atlatmaya çalışırken Diana onun üstüne yürüdü. Cassandra çığlık atarak yatağın üstünden atladı. Tam eteğini yakalamışken küçük kız yılan gibi kıvrılıp kapıya ulaştı. Diana koşup kapıya dayandığında nefes nefeseydi.

“Hayır, Cassandra bu defa olmaz, kaçmana izin vermeyeceğim.”

Küçük kız, omzunu silkerek kabullenircesine başını önüne eğdi. Ancak onu çok iyi tanıyan halası bu mahzun duruşa kanmayacaktı. “Seni küçük cadı, beni kandırabileceğini sanıyorsan yanılıyorsun, şimdi hemen soyun!”

Küçük kız, tamam şeklinde başını sallayarak soyunmaya başladı. Gıdıklanmalar ve kıkırdamalar eşliğinde yapılan banyodan sonra yemeğe indiler.

Manastır büyükçe bir bahçe ortasına kurulmuş iki katlı bir yapıydı. İnce uzun bir şekilde doğudan batıya uzanan bu binanın ikinci katı direklerle desteklenmişti. Yan yana sıralanmış hücre odaların önünde avluya bakan uzun bir koridor uzanıyordu. 

Burada kalan on rahibe ve yardım için köyden gelenlerle beraber yirmi kişilik bir aile gibiydiler. Diana buraya yirmi yıl önce gelmişti. Cassandra ise altı yıldır buradaydı. Onun büyüyüşünü izlediği, nasıl bir zekâya sahip olduğunu, kitap okumaya ve diğer konularda öğrenmeye ne kadar aç olduğunu hayretler içinde izlediği altı yıl geçmişti.

Ona kitap ve okuyacak bilgi kaynağı bulmak artık iyice imkânsız hale gelmişti. Böyle bir hafızayı daha önce kendisinin görmediği gibi başkasının da görmediğine emindi. Dolayısıyla bu zekânın bu durağan dünyada heba olmasına gönlü razı değildi. Dışarıda olmalı, dünyayı gezmeli, okumalı ve hayatını kendisi yönlendirmeliydi.

Bunu nasıl başaracağını ise şu an düşünmek istemiyordu henüz. Daha zamanları varken tadını çıkarmalıydı.

Alışveriş Sepeti
  • Sepetiniz boş.
Scroll to Top